IF İstanbul - Two Years At Sea

Bazen insanlardan, seslerinden ya da dile getir(e)medikleri fikirlerinden bunaldığımda, kendi halimde yaşadığım, tüm değişken koşulların bana bağlı olduğu bir yer ve zaman hayal edip rahatlarım. Two Years at Sea nin tanıtım yazısını okuduğumda buna yakın şeyler hisseden birilerinin elinden çıkmış bir filmle karşılaştığımı düşündüm.

If in sevdiğim yanlarından biri de izleyiciyi yönetmenler buluşturması. Reklamların ardından yönetmen Ben Rivers geldi ve şöyle dedi :

" Umarım hepinizi sakin ve huzurlusunuz ve film izlemeye hazırsınızdır. Az önce Adidas reklamını ( hani şu parti konseptli) gördüm ve benim filmim bunun tam tersi !"

Bir buçuk saatlik bu filmin bir olay örgüsü yok. Karlarla kaplı, ağaçlarla sarılı bir evde yaşayan yalnız bir adam. Islığı ve kasetleri eşliğinde bu adamın günlük ritüellerine tanıklık ediyoruz. Evin dışında çeşitli yerlerine asılmış plastikten yapılmış kuş yuvaları var. Ama her daim boşlar. Bir sahnede karakterimizi yuvaya yem koyarken görüyoruz. Birilerinin arkadaşlığına ihtiyacı var belki de ?

Film siyah beyaz ve her daim tozlu/puslu bir görüntü hakim. İzleyicilerden biri gösterim sonrasında yönetmene    renkli bir çekim anlatmak istediğiniz yaşantı için daha uygun olmaz mıydı tarzı bir soru sordu. Yönetmen ise daha doğal bir çekim istediğini, dijitalden ısrarla kaçındığını söyledi.

Film benim için burdan puan kaybetti işte. Kendi yarattığı dünyasında dengeli bir hayat süren bir adamla karşı karşıyayız ve adamın en büyük zevki doğayı gözlemlemek, içinde var olmak. Yönetmen her ne kadar doğal olmak istediğini söylese de mavi gökyüzünde ilerleyen bulutun çekildiği sahnenin ya da on dakika boyunca el yapımı kayığın yüzdüğü göl sahnesinin siyah beyaz olması doğala aykırı aslında. Zaten yalnız bir adamın hikayesi anlatıldığı için durgun olacak bir film iyice seyirciyi çıldırtan durağanlığa ulaştı ve o adamın huzurunu izleyiciye geçiremedi. Ve çekimlerin yapıldığı yerin güzelliğinin de hakkının verilmediğini düşünüyorum.

Nitekim gösterim boyunca bir çok seyirci salonu terk etti.

Yaklaşık on dakika boyunca kayığın gölde akıntının etkisi ile sağa çektiğini izlediğimiz bir sahne vardı. Orda bazı izleyicilerin sinirleri o kadar bozuldu ki kayık en sonunda sağ tarafta kıyıya çarpıp sola doğru hareket etmeye başladığında bastırılmaya çalışılan kahkahalar duyduk. Bir on dakika da sola gidişini izlemek insanları gerdi sanırım :)



Çok güzel işlenebilecek bir konu bence yanlış şekilde ele alınmış. Birer dakika boyunca evdeki bazı köşelere odaklanılan sahneler ve renksizlik seyirciye adamın huzurlu dünyasını anlatamamış malesef. Nana da diyalogu neredeyse yok denicek kadar az olan bir filmdi ama öyle harika renklere sahipti ki. Her sahnesi fotoğraf karesi gibiydi. Aynı şey bu filmde de olmalıydı bence, mekan buna çok uygundu.

Sonuç olarak : Beğenmedim.

Ha bir de yönetmenden sonradan öğrendiğimiz şeyler var :

Karakterimizin adı Jake miş. İki yıl boyunca İngiltere - Hindistan arası sefer yapan bir gemide çalışmış. Film boyunca çalan hindu müziklerinin olduğu kasetlerde ordan alınmış mesela.

Gözüme çarpan bir şey daha : Bazı sahneler arasında fotoğraflar gösteriliyordu. Bir fotoğrafta bir duvarı aşarken görüyoruz Jake'in gençliğini. Hemen Pink Floyd un The Wall una gitti aklım. Duvarı aşmış, sistemden çıkmış dedim kendimce.

Zeze

Phasellus facilisis convallis metus, ut imperdiet augue auctor nec. Duis at velit id augue lobortis porta. Sed varius, enim accumsan aliquam tincidunt, tortor urna vulputate quam, eget finibus urna est in augue.

Hiç yorum yok: