IF İstanbul 2012 - Nana

Film ya da kitaplardan hoşuma giden cümleleri buraya yazmayı çok seviyorum. Arada bi açıp o cümleleri okuyorum falan. Ama şimdi hakkında yazacağım filmden cümle yok aklımda. O yüzden nasıl yazacağımı da bilemiyorum pek.

Aslında, bu filmi yazmak Zeze’nin yapacağını sandığım bişeydi. Sonra birlikte yapalım dedik (mademki filmi birlikte izledik), sonra kendisi benim festivaldeki diğer filmlere bilet almadığımı öğrenince yazıya beni atadı.

Zaman kazanmaya çalıştığımın farkında olduğunuzun farkındayım.

Nana

Nana, 4 yaşında çok çok çok sevimli bi kız çocuğu. O kız çocuğuysa ben daha doğmadım herhalde. Odun toplayan kız çocuğu mu olurmuş?

Annesi, bişeylere öfkeli sürekli. Nana’nın hiç görmediğimiz babasına belki (heh hemen bi aşk acısı sıkıştır oraya bravo); ya da kızıyla birlikte yaşadığı, Zeze’nin de hayran kaldığı güzelim topraklara. Sonbahar renkleriyle ne büyüleyiciydi halbuki. Bize uzaktan cennet görünen yerde bile her gün odun toplamak, sobayı yakmak, yatak sermek, çocuğu yıkamak gibi tekrarlayan işler var elbette. Ve içine doğulmuş yer ancak başkalarının cenneti olabiliyor galiba.

Nana’nın annesi bende çok iz bırakmış anlaşılan. Ama esas ve esaslı kızımız Nana, ağlanacak hâline kahkahalarla güldürdü bizi. Hemen şunu söyleyeyim, o ne şirinlik. Allah’ım o ufacık boyuyla koca koca bi sürü şey taşıdı bu kız. Kimseden zerre yardım görmeden. Pek bi çift anlamlı bulduk bunu. Çünkü bu kız bi gün pembe çizmeleri ve pembe çantasıyla eve geldiğinde, annesinin evde olmadığını fark ediyoruz. Evet biz fark ediyoruz, Nana ise hiçbi şeyin farkında değil gibi. Tek başına, küçücük elleriyle saçlarını arkaya ata ata gayet başarılı bi şekilde sürdürüyor günlük hayatını. (Bu kelimeyi kullanmaya çok çekiniyorum nedense. Bişeye “başarılı” deyince, o şeyi küçümsüyormuşum gibi geliyor. Not veriyormuşum gibi. Eğer bu cümlede öyle hissettiriyorsa, hissettirmesin. Çünkü Nana’nın yaşındayken ben gece karanlıkta su içmeye bile gidemiyordum korkudan. Nerde kaldı soba yakmak.) Kendi masalını kendi okuyor Nana. Daha önce ona –isteksizce de olsa- masal okuyan bir annesi hiç var olmamış gibi.

Nana

Anneye n’oldu? Biz öğrenemedik. Ama Nana, onu oyuncakları ve masal kitabıyla birlikte çocukluğunun sonbahar yapraklarının arasında bıraktı.

Söylemeden geçemedim: Nana gibi küçücük yavrucaklara bu rolleri nasıl oynatıyorlar? Bilen varsa beri gelsin. Benim aklıma sadece şu ihtimal geliyor: Rol yaptırmıyorlar, çocukları bi şekilde yalanlarla ya da hayâllerle diyelim, o ruh hâline sokup filme alıyorlar. Ama bu da çok acımasızca değil mi?!

Söylemeden geçemedim #2: En sevdiğim sahne, neden bilmiyorum, Nana’yı yine pembe çizmeleri ve pembe çantasıyla yürürken arkadan izlediğimiz kısım. “Buradan atlayabilirim. Hop! Ah!......Buradan atlayabilirim…” Soldaki ağaçlar ve yerdeki yaprakların sınırladığı bölgeler, bilmiyorum, hüzünlü sanki. Ama kahkaha attım izlerken, o da Nana’nın şebekliği.

katharsis

Phasellus facilisis convallis metus, ut imperdiet augue auctor nec. Duis at velit id augue lobortis porta. Sed varius, enim accumsan aliquam tincidunt, tortor urna vulputate quam, eget finibus urna est in augue.

1 yorum:

Adsız dedi ki...

Ben sordum filmi izledikten sonra yönetmene nasıl oynattınız küçücük çocuğu o kadar doğal bir şekilde diye. Yönetmen 6-7 ay boyunca onunla beraber yaşamış, başta anneyi o oynayacakmış, daha sonra kamera, o ve nana arasındaki üçlü ilişkinin de o samimiyeti sağlamak için yeterli olduğunu görmüş. Yani o süre boyunca kamerayı unutturmuş ona ve aralarında çok rahat bir ilişki oluşmuş, Nana doğal davranabilir hale gelmiş. Tabi bütün o sürprizli ve parlak çocuk zekası dolu cümleleri o çocuğun kendi kendine söylemesini sağlamak için, daha doğrusu bütün o güzel ve doğal anları yakalayabilmek için 6 ay boyunca yapılan bütün çekimlerden yararlanılmış. Yani çılgınca bir sabır ve manyaklık ürünü olmuş bu film.
Bir de ben kimim?
:D