Yeni neslin otoportresi

Ne demiştik? Katharsis.

Efendim, izlediğimiz her neyse (ki bu yazıda "oyun" olarak geçecektir ama film de olur tabii, onu da seviyoruz.), orada kendimizden parçalar bulmaktan hoşlanıyoruz. Kimiz biz? İnsanoğlu. Muhtemeldir ki, izlediğimiz adamın/kadının yerine kendimizi koymamızdan ileri geliyor bu durum. Oyuncu nasıl rolünün yerine kendini koyup, "O olsaydı n'apardı?", "O bu soruya ne cevap verirdi?" düşünceleriyle hareket ediyorsa sahnede, seyirci de koltuğunda oturup oyunu izlerken "Ben olsam n'apardım?"ın peşine düşüyor. Düşsün de zaten. Aristo'cuğumun da dediği gibi, kendinde var olan duyguların dışavurumunu sahnede görüyor, o duyguyu orada boşaltıyor, arınıyor sevgili seyircilerimiz. Bazen karaktere üzülüyor, "Yazık yahu!" diyor; bazen özeniyor, onun gibi olabilme hayalleri kuruyor (Bunu yaşamayanımız yoktur herhalde.).

Bence bunların hiçbiri kötü şeyler değil. Her insanda ortak yaşanan duyguların birileri tarafından dile getirilmesi, bunun da sanat yoluyla yapılması. Ne kötüsü, dünyanın en estetik şeyi herhalde. Ama (yine bence), n'olursa olsun, bunun aynı zamanda bir tür kandırmaca, bir tür uyuşturucu olduğu da bir gerçek. Kaçımız moralimiz bozuk olduğunda açıp bir film izlemedik? Komedi izleyip neşemizi bulmak ya da şöyle en acıklısından bir dramla salya sümük ağlayıp rahatlamak için. Neden öyle yapıyoruz peki? Gerçek hayatta gülünecek bir şey bulamıyor muyuz? Ya da zaten moralimiz bozukken, neden ağlamak için bile, var olmayan hayatların var olmayan problemlerini dert ediyoruz?

Bütün bunlardansa, benim tercihim, izlerken heyecanlanmak. Daha önce defalarca yaşadığım bir duyguyu yeniden yaşamaktansa, daha önce hiç düşünmediğim bir söz duymak. Daha önce hiç bakmadığım bir açıdan bakılmış bir manzarayı seyretmek. Gerçeğe uygun olsun ya da olmasın, izlediğim her neyse onu üreteni ele veren birkaç ipucu görmek. Madem "Her şey bir otoportre. Her şey bir günce.*, ben o otoportreyi incelemek, o günceyi okumak istiyorum arkadaş. İstiyorum ki, oyuncu insin sahneden artık, desin ki "Ben burada bir elçiyim. Yazılan neyse onu size iletiyorum. İletirken kendimi de önünüze seriyorum. Sizi kandırmaya çalışmıyorum, çalışsam da yemeyin.". İstiyorum ki, kafamı kurcalasın sahneler, tekrar tekrar izleyeyim, oynayayım, yeniden sahneye koyayım kafamda.

O yüzden, hep oyuncunun oyundan biraz olsun çıktığı anlar oldu en keyif aldığım kısmı oyunların; bilinçli ya da bilinçsiz yapmış olsun, hiç farketmez. Seyircinin gözüne gözüne bakıp konuştuğu an. Ya da repliğini unutup yerini ağzına çok daha yakışanıyla doldurduğu an. Ya da oyuncu arkadaşını güldürmek için seyirciye çaktırmadan şaklabanlık yapmaya çalıştığı an. (Alt metin: Çok dikkatli bir seyirciyim, gözümden kaçmıyor bu detaylar.). Ya da, (Evet bunu sadece bir kez yaşadım ama, çok eğlendim.), ben oyunun oynandığı bölüme (yükseltisi olmadığı için sahne demiyorum) yerleştirilmiş seyirci sandalyelerinin birinde otururken, oyuncunun ayağıma takılıp geçtiği an. (Yok yok düşmedi.).

Elbette ki bunlar yepyeni fikirler değil, muhtemelen bana sunulanlar arasında en beğendiklerimin bir kombini. Söylemek istediğim, sadece, yepyeni olmasa da nispeten yeni sayılabilecek kadar varolan bu değişimleri çok sevdiğim. Ve eskiye tutunup kalmanın faydasının ne olduğunu hiç göremediğim. Bir arkadaşım (ki tiyatroyla ilgili bir iki kelime konuştuğumda onu anmak da güzel oldu), bambaşka bir konuda da olsa demişti ki, "Bugüne kadar hep böyle yapılmış evet. Ama sen de aynısını yapacaksan, nasıl bir yeni nesilsin ki o zaman?"



*Chuck Palahniuk, Günce.

katharsis

Phasellus facilisis convallis metus, ut imperdiet augue auctor nec. Duis at velit id augue lobortis porta. Sed varius, enim accumsan aliquam tincidunt, tortor urna vulputate quam, eget finibus urna est in augue.

Hiç yorum yok: