Güzel de bir haber aldım haftanın sonuna doğru. Henüz sıkıntılarla boğuşurken yüzümü güldüren bi haber. O habere vesile olan yazıyı, yazımı burda da paylaşayım istedim.
Sabredip okuyan olursa, daha güzel mutluluk yok benim için.
İletim Raporu
Dövüş Kulübü filminde
bir diyalog vardı:
“ -İnsanlar öleceğini
düşününce seni gerçekten dinliyorlar. Sadece...
-...konuşma sırasının kendilerine gelmesini
beklemek yerine.”
Yorganın altındayım. Ben
daha uyanamadan kafamın içindeki sesler konuşmaya başlıyor. Bugün yapılacak bin
türlü işten başlayıp, akşam tekrar cânım yorganım ve yastığımla buluşacağımız
anların tasviriyle devam ediyor konuşma. Negatif öngörüler faslına geçmeden
yorganı üstümden atıp yatakta doğruluyorum. Daha sonra gerçeğe dönüşme ihtimali
olan bir “Ya giderse?”, “Ya biterse?”, “Ya kızarsa?”, “Ya beceremezsem?” daha
duymak istemiyorum.
Evden çıkmak üzereyim. Annem
“Bereni tak.” diyor. “Tamam.” diyorum. Otobüse binerken soğuktan kulaklarım
zonkluyor.
Otobüsteyim. Yanımdaki
kızın kulaklığındaki müziği duyuyorum. Arkamda bir kızla bir oğlan konuşuyor.
Oğlan eve çıkmış, çok güzel yemekler yapıyormuş. Oğlanın, kızı evinde yemeğe
davet etmesine ortalama kaç dakika kaldığını hesaplıyorum. Tahminimden uzun sürüyor,
ama başarılı sonuç veriyor. “Afiyet olsun.” diyorum içimden.
Dersteyim. Hoca
anlatıyor, ben kaşlarımı çatmış ona bakıyorum. Göz göze gelirsek “Anladım.” der
gibi hafifçe başımı sallıyorum. Az sonra bir soru çözüyor. Çözümde kafama
yatmayan bir şey var. Tam elimi kaldıracakken duruyorum. “Ya az önce tam da
bunu anlattıysa?”
Arkadaşımla kahve
içiyoruz. O bir şeyler anlatıyor. Ben de makûl aralıklarla kafamı sallamak,
kaşlarımı kaldırıp gözlerimi açarak şaşırmış gibi yapmak, gülümsemek, “Hııı?”
demek gibi hareketlerde bulunuyorum. İki dakika sonra aklıma bir şey geliyor.
Tam soracakken kendimi tutuyorum. “Ya az önce bundan bahsettiyse?” Sormuyorum.
Hiç görmediğim ve
görmeyeceğim birinin, hiç tanımadığım ve tanımayacağım eski sevgilisinden
bahsediyor birisi bana. Yüzüne ifadesizce bakıyorum. Kahvemden bir yudum
alıyorum. Derin bir nefes alıp seslice veriyorum. Saatime bakıyorum. Anlatmaya
devam ediyor. Bahsettiği çocuğun adı neydi? Hatırlamıyorum.
Bir Amerikan
dizisindeki oyuncuların -milyon dolarlık mıymış neymiş- kıyafetlerinden
bahsediyor bir başkası. Çok heyecan verici bulmuşum gibi davranıyorum.
Anlatmaya devam ediyor. “Modayı onlar belirliyor”muş. “Muhtemelen çok fazla giyinmiyorlardır.”
diyorum içimden. Anlatmaya devam ediyor. O gidince yanıma gelen arkadaşıma
soruyorum: “Neden daha önce gelmedin? Çok sıkıldım.”. “Eğleniyor gibi
görünüyordun?” diyor. Şaşırıyorum. O kadar iyi bir oyuncu olamam.
Kalabalık bir
sergideyim. Herkes konuşuyor. Müthiş bir gürültü. Yanımdaki 3-5 kişilik arkadaş
grubuna kulak kabartıyorum. “Boykot kelimesi bile Fransızca, sen kimi boykot
ediyorsun ki?” diyor bir tanesi ve gülüyor. “O geyik eskidi be hacı.” diyorum
içimden. Kimse duymuyor tabii. İroni seven adam, az önce kullanmış olduğu, “kim
bilir kim”e ait tespitten memnun görünüyor.
Doktorun karşısında
oturuyorum. Çok nazik davranıyor. Anlatıyorum. Anlatıyorum. Saatine bakıyor.
Susuyorum. “Bugünlük yeterli.” diyor. “Çok mu sıkıcıydım bugün?” diye
düşünmeden edemiyorum. Gülümsüyorum.
“Benim oğlan da
Amerika’da.” diyor eczacı teyze. “İlacımı verse de gitsem.” diye düşünüyorum.
“Bilgisayara bir program yükledi taa oradan, artık çok kolay hallediyorum
işleri.” diyor. Neymiş acaba o program? Bizim işleri de halleder mi? “Kadiiiir,
gözüm görmüyor gel gir şu sisteme!” diyor. “E program?” diyorum. Yine
içimden.
Eve geliyorum. Üstümü
değiştirirken, üst kattan genç bir kadının kahkahasını duyuyorum. “Sakin olun
gençler.” diyorum. Bu kez sesli söylüyorum, nasıl olsa kimse beni duyamaz
odamda. Alt katta orta yaşlı bir kadın,
birisine sinirlenmiş, bağırıyor. Gelen cevaba bakılırsa yine kendi yaşlarında
bir adam var karşısında.
İçeri gidiyorum.
Televizyon açık. Reklamlar başlıyor. “Sesini kısabilir misin baba?” diyorum.
Kısıyor. “Bugün resmen kavga ettim.” diyorum. “Yani işte ağız dalaşı. Hiç
ummazsın benden yani.”. Gülüyorum. Gülüyorlar. Tam izleyicinin ilgisini
üzerimde toplamışken reklamlar bitiyor. Kafalar televizyona dönüyor. İzleyiciyi
Hürrem’e kaptırıyorum. Artık reklamlar çok mu kısa sürüyor?
İnternete giriyorum.
Mail gelmiş. Sonunda “Lütfen bu maili cevaplamayınız.” yazıyor. İtaat ediyorum.
Artık Facebook’um yok. Sözlüklere bakınıp liseli ve üniversiteli gençlerin
kafalarındaki “ideal erkek modeli”ni ve “bir kadında ilk bakılan yer”i
öğreniyorum. Alışveriş sitelerinden bir hırka beğeniyorum. Modelini anneme
göstermek için reklamların başlamasını bekliyorum. Sultan Süleyman’la boy
ölçüşemem. Annemle aramıza girmesini de pek istemem. Dikkatlerin üzerimde
kalması için en uygun zamanı kolluyorum.
Babam bana hep “Sıkı
giyin.” diyor. Burnum akıyor. “Spor yap.” diyor. Snowboard’un üzerinde
duramıyorum. “Gazete oku.” diyor. Dün 18 kişi daha ölmüş.
Odamdayım. Kimse yok
yanımda. Kitap okuyorum. Kapı çalıyor. Çalar çalar gider. Yazı yazıyorum. Telefon
çalıyor. Çalar çalar susar. Film izliyorum. Yastığıma sarılıp yatıyorum. Yarın
ne giyeceğimi düşünüyorum. Uyumadan önce
hayâl kuruyorum. Olmayan sevgilimi özlüyorum. “Çabuk gel.” diye mesaj
yolluyorum beyin dalgalarım vasıtasıyla. Sonra hemen kırmızı tuşa basıyorum,
mesaj gönderilemiyor. Kafamı dinliyorum.
1 yorum:
okurken uzun olmasına rağmen sıkılmadığım , akıcı bir yazı.
Yorum Gönder