Aslında, bu filmi yazmak Zeze’nin yapacağını
sandığım bişeydi. Sonra birlikte yapalım dedik (mademki filmi birlikte
izledik), sonra kendisi benim festivaldeki diğer filmlere bilet almadığımı
öğrenince yazıya beni atadı.
Zaman kazanmaya çalıştığımın farkında
olduğunuzun farkındayım.
Nana, 4 yaşında çok çok çok sevimli bi kız
çocuğu. O kız çocuğuysa ben daha doğmadım herhalde. Odun toplayan kız çocuğu mu
olurmuş?
Annesi, bişeylere öfkeli sürekli. Nana’nın hiç
görmediğimiz babasına belki (heh hemen bi aşk acısı sıkıştır oraya bravo); ya
da kızıyla birlikte yaşadığı, Zeze’nin de hayran kaldığı güzelim topraklara.
Sonbahar renkleriyle ne büyüleyiciydi halbuki. Bize uzaktan cennet görünen
yerde bile her gün odun toplamak, sobayı yakmak, yatak sermek, çocuğu yıkamak gibi
tekrarlayan işler var elbette. Ve içine doğulmuş yer ancak başkalarının cenneti
olabiliyor galiba.
Nana’nın annesi bende çok iz bırakmış
anlaşılan. Ama esas ve esaslı kızımız Nana, ağlanacak hâline kahkahalarla
güldürdü bizi. Hemen şunu söyleyeyim, o ne şirinlik. Allah’ım o ufacık boyuyla
koca koca bi sürü şey taşıdı bu kız. Kimseden zerre yardım görmeden. Pek bi
çift anlamlı bulduk bunu. Çünkü bu kız bi gün pembe çizmeleri ve pembe
çantasıyla eve geldiğinde, annesinin evde olmadığını fark ediyoruz. Evet biz
fark ediyoruz, Nana ise hiçbi şeyin farkında değil gibi. Tek başına, küçücük
elleriyle saçlarını arkaya ata ata gayet başarılı bi şekilde sürdürüyor günlük
hayatını. (Bu kelimeyi kullanmaya çok çekiniyorum nedense. Bişeye “başarılı”
deyince, o şeyi küçümsüyormuşum gibi geliyor. Not veriyormuşum gibi. Eğer bu
cümlede öyle hissettiriyorsa, hissettirmesin. Çünkü Nana’nın yaşındayken ben
gece karanlıkta su içmeye bile gidemiyordum korkudan. Nerde kaldı soba yakmak.)
Kendi masalını kendi okuyor Nana. Daha önce ona –isteksizce de olsa- masal
okuyan bir annesi hiç var olmamış gibi.
Anneye n’oldu? Biz öğrenemedik. Ama Nana, onu
oyuncakları ve masal kitabıyla birlikte çocukluğunun sonbahar yapraklarının
arasında bıraktı.
Söylemeden geçemedim: Nana gibi küçücük
yavrucaklara bu rolleri nasıl oynatıyorlar? Bilen varsa beri gelsin. Benim
aklıma sadece şu ihtimal geliyor: Rol yaptırmıyorlar, çocukları bi şekilde
yalanlarla ya da hayâllerle diyelim, o ruh hâline sokup filme alıyorlar. Ama bu
da çok acımasızca değil mi?!
Söylemeden geçemedim #2: En sevdiğim sahne, neden
bilmiyorum, Nana’yı yine pembe çizmeleri ve pembe çantasıyla yürürken arkadan
izlediğimiz kısım. “Buradan atlayabilirim. Hop! Ah!......Buradan atlayabilirim…”
Soldaki ağaçlar ve yerdeki yaprakların sınırladığı bölgeler, bilmiyorum,
hüzünlü sanki. Ama kahkaha attım izlerken, o da Nana’nın şebekliği.
1 yorum:
Ben sordum filmi izledikten sonra yönetmene nasıl oynattınız küçücük çocuğu o kadar doğal bir şekilde diye. Yönetmen 6-7 ay boyunca onunla beraber yaşamış, başta anneyi o oynayacakmış, daha sonra kamera, o ve nana arasındaki üçlü ilişkinin de o samimiyeti sağlamak için yeterli olduğunu görmüş. Yani o süre boyunca kamerayı unutturmuş ona ve aralarında çok rahat bir ilişki oluşmuş, Nana doğal davranabilir hale gelmiş. Tabi bütün o sürprizli ve parlak çocuk zekası dolu cümleleri o çocuğun kendi kendine söylemesini sağlamak için, daha doğrusu bütün o güzel ve doğal anları yakalayabilmek için 6 ay boyunca yapılan bütün çekimlerden yararlanılmış. Yani çılgınca bir sabır ve manyaklık ürünü olmuş bu film.
Bir de ben kimim?
:D
Yorum Gönder