Yazmak neden böyle bilmiyorum. Düşünceler yazılınca kaybolup gidiyor sanki. Belki gerçekte anlamsızlar, ben sadece yazınca fark ediyorum. Murat Gülsoy okuyorum. Baba, Oğul ve Kutsal Roman. Orta yaşlı bir yazar, anlatıyor kitapta. "Yazılırken yaşanan, yaşanırken yazılan" bir kitap. Kitap okumak bana iyi geliyor mu,emin değilim. Kendimi mi buluyorum? Buluyorsam, sadece kafamın içinde. Dışarıda aynı ben. İçeride sürekli değişen, kabından taşan, sebepsiz yere herkese bağırıp çağırmak isteyen, yaşadığı hayata aynı şekilde devam ederse delireceğini düşünen...kim? O da mı ben? Yoksa asıl o mu ben? "Eskiden ben de gençtim Kıtmir. Eskiden ben bendim." Ben ne zaman ben olacağım? 20 yaş ömrün neresine tekâbül eder? "Zamandan âzade" olamadım mı nesildaşlarım gibi, nedir?
Denize bakmak ne güzel. Sanki gözler hayat boyu bir şeylerin arayışında da, denizi görünce buluyormuş gibi. Bir tamamlanma hissi, bakınca. Daha çok, daha çok görebilme isteği.
Yazarken de denize bakmanın tadını alabilecek miyim hiç? Ne arıyorsam onu bulabilecek miyim kalemin ucunda? Yoksa hep böyle olmamışlık mı hissedeceğim her yazının ardından? Bunu bırak bilmeyi, sormak için bile henüz çok az yazmadım mı? Hep soru işaretleri kaplıyor zaten sayfayı, ne zaman yazayım desem. Cevapları bilmediğim için de, yazmıyorum işte çoğu zaman.
İyi edebiyat sadece okutmuyor, yazma isteği de uyandırıyor galiba. Baba, Oğul ve Kutsal Roman diyordum: Rüyalar, kâbuslar, bilinç akışları, serbest çağrışımlar, depresif düşünceler, orta yaş bunalımı, sığ arzular, derinlerdeki anılar. Nasıl da sıkıcı değil mi? Değil işte. Yazar yazınca değil. "Baba, Oğul ve Kutsal Roman adına" diye haykırarak yazmaya saldırınca sıkıcı olmuyor demek ki. "Karanlıkta kahkaha"lar attıracak bir romana dönüşüyor. Kıskançlıktan çatlatıyor insanı, yaşına başına bakmadan. Kıskanmak için bile belli bir yerde olmak lâzım, değiil mi? Belki o da değil. Belki okurken hissettiğim kalp çarpıntıları kıskançlıktan değil, sevinçten. "Birileri yazıyor hâlâ" rahatlığından. Neden olursa olsun, bir deftere bir kalemin mürekkebini bıraktırdı bana. "Gidinin Kıtmir'i"...
Ağustos, 2013
Peki neden yaz gecesi ruhu?
Gece, günün en büyülü saatleri değil midir? Gündüzün kaosundan sıyrıldığın, kendinle baş başa kaldığın, maskelerini indirme şansına sahip olduğun, kalabalıklarından arındığın saatler.
Her şeyi yapabilirmiş, herkese ulaşabilirmiş gibi hissettiğin, varolmaktan en çok keyif aldığın dakikalar.
Kendi dünyanda ördüğün ince bir duvarın ardında gerçek dünyayı kısa bir süre için geride bıraktığın, yalnız kalabildiğin, dünyanın aslında sadece sen olduğunu en iyi anladığın saniyeler.
Bu büyülü araf en çok da yazın bulur beni. Bu blog da bir yaz gecesi doğmadı mı zaten?
Şimdi söyle, yaz gecesi ruhunu sen de hissetmedin mi hiç?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder